15 Nisan 2011 Cuma

El Clasico!

Ön bilgilendirme:
Bu yazı biraz Tehlikeli İlişkiler konseptinin dışında bir yazı. Blogun burnu ilişkiler eksenindenden başka bir yöne çevrilsin ben de istemiyorum. Merak etmeyiniz, bu post bir istisnadır. Sadece bu yaşananları yazmadan da edemedim. Ricam şu, oyunlar, futbol, bol küfürlü erkek muhabbeti gibi topiklerden hoşlanmayanlar hiç devam etmesinler. Bir Real - Barca maçı anlatacağım sizlere. Bu postun ilişkilere dair ayağı maç bitip evden çıkışımızla başlıyor :).



Geçen haftasonu gündüz Lafonten’le beraberdik. Bilirsiniz, erkek muhabbeti. Bira, playsation, “karıkız” muhabbeti vs vs... Sağolsun yine çok acayip şeyler söyledi. Yaşım ilerledikçe onun ciddi şekilde acayip birisi olduğunun daha çok farkına varıyorum. Lafonten kim diye soranlar olursa çok yakın arkadaşım derim. Çocukluktan beri, bir çeşit kardeş. Cidden kısa sürede anlatılabilecek birisi değil.

Geçen gün benim evde oturuyoruz. Playstation’daki futbol oyunu PES’te Lafonten’le büyük bir mücadeye girmeden az önce:

Lafonten: Biz çocukken, laf atışmaları yapardık hatırlar mısın? Hani küfürlü küfürlü. Ne acayip şeydi lan o di mi?
T.I:
Lafocuğum, nerden hatırlayacağım? Manyak mıyım senin gibi böyle saçma sapan şeyler düşüneryim senin gibi durduk yere. Laf atışmalarıymış! Tabii ki hiç hatırlamıyorum ama şunu da bil ki, o laflar boy boy, seni s.ken atlı kovboy.
LF:
Şu seviyesizliği ben yapsam, neler dersin bana biliyorum, bin türlü laf edersin. Ama sunu da bil. Atlı kovboya para verdim, o gitti de seni s.kmeye ben geldim.
T.I:
Lafo, cidden çapsızsın ya. Çapsızsın. Şimdi senle laf dalaşına giremeyeceğim. Sonuçta kovboysan kovboysun, gelen geçen g.tune koysun.
LF:
Yavrum evladım,iyi diyosun güzel diyosun da o lafları atlattık, g.tünde şampanya patlattık!
T.I:
Mola! Mola! Vallahi uğraşamicam senle. Tamam boş işlerde galip sensin. Konudan bağımsız olarak bi de atını s.ken kovboy diye bişi vardı. O neydi ya?
LF:
Doğru hatırladım. Çok kullanılırdı küfürlerde çocukken. Atını s.ken kovboy. Onun bugünkü versiyonu ne biliyo musun?
T.I:
Nedir?
LF:
Ferrari’sini Satan Bilge
T.I:
Hasbinallaaah! Parayla mı verdiler oğlum seni. Bu mudur yaklaşımın. Atını s.ken kovboy şimdiye kadar hiç böyle aşağılanmamıştı. Şampanya dedin de, bi’ bira da bana kapsana dolaptan. Bak elim ısındı. Çok pis koyucam sana PES’te.
LF:
Olm o şampanya nerde patladı hatırlıyor musun? Sen zıkkımlan diye mi dile getirdim ben o şampanyayı? Ayrıca yok olm sana içki oynarken. Sonra, çok içtim kafam yerinde değildi öyle yendin diyosun.
T.I:
Ulan sen hayatında yendin mi ki beni?
LF:
İlahi. Ronaldo’nun threesome’ını (hat trick demek istiyor, 3 gol) nasıl unutursun?
T.I:
Messi’nin foursome yaptığı kalmış aklımda. Threesome’ı hiç hatırlamıyorum. Anla ne kadar içmişim. Kaptın mı olm bana da hadi. Çok kaşınıyo elim.
LF:
Al al.
[Pıs, pıs] iki biranın açılma sesi.
[lık lık lık lık lık] İki biranın bardaklara dolum sesi. Sonra bir telefon sesi.
Fincanı taştan ooooyarlar canım, ooo yarlar
Lafonten’in cep telefonu çalıyo.
T.I: O nası melodi lan?

LF: Valla bugün senle Playsatation oynicaz ya, telefonu PES moduna aldım, öyle olunca da bu çalıyo’. Alış. Telefonun durumları, malum. Benim kullandığım 4 modum var. Genel mod: Normalde çalışını biliyosun zaten, o. Toplantı modu: sessiz, sakin. Sinema modu: Sessiz ama titreşimli. Senle Playsation oynarken de PES modu: Fincanı Taştan oyarlar ayarlı bi de en sertinden titreşimli. Titreşimi sana özel canım. Ohhh bak nası titriyo al. Sana layık. Ronaldo titretiyo.

Telefonula konuşması bittikten sonra baktım telefonuna harbiden. Ciddi ciddi yapmış bunu. PES diye mod atamış. Amma da titriyo ha. Resmen gerildim maç başlamadan. Psikolojik savaşta 1-0 o önde. Tam Mourinho takımı ya. Maç adamlar için sahada değil, maçtan önceki haftadaki basın toplantısıyla başlıyor resmen. Herifin uğraştığı şeylere bak. İki üç ya önce oyanan son gerçek maçta da (playstation değil) Barca çok pis yenmişti: 5-0. O konuşurken ben elimle 5 yaptım ama, yetersiz kaldı. Ezildim biraz. Adam binbir atraksiyon yapmış. Yakışmadı Barca’ya.

Sonuçta bende korku yok. Heyecan var. Messi bi’ titretsin seni de gör, i.neee.
T.I: Bütün günü öldürmeyelim Lafo. Bir tane uzun maç yapalım. Skoru belirleyelim. Al eline git.
LF:
Yine komikliğin üstünde.

Bu arada küçük bilgilendirme:
Önümüzdeki hafta Real MadridBarcelona maçı var. Bence dünya kupası finalinden sonra, dünyanın en önemli maçı. Lafonten yıllardır o uyuz Real Madrid’i tutar, destekler. PES’te hep Real’i alır. İyi günde kötü günde. Ben de aynı şekilde Barca’yı. Barca Real maçlarından önce mutlaka bi PES patlatmak adettendir. Aslına bakarsanız denk oyuncular sayılırız. O boş gezenin boş kalfası olduğu için benden fazla pratik yapıyor. O yüzden genelde ilk maçları o kazanır, biraz elim alışınca devam maçlarını ben kazanırım. O gün, o gelmeden önce biraz online pratik yaptığım için tek maç yapalım derken bir stratejik hata yapmadım.

LF: Ok. T.I, nasıl istersen.

[Pısss] bi bira daha.

Büyük maça doğru:


Alt tarafı bir playstation maçı demeyin. Çok heyecanlı oluyor. Maçın saatini belirledik. Saat tam 15:00’te başlayacağız. Yani yukarıda Lafonten nasıl istersen dediği andan itibaren tam bir saat sonra. Maksat, işin tadını çıkartmak. Ön sevişme gibi. Bir saat daha vakit var. Maç orijinaline uygun bir şekilde Santiago Barnebau Stadyumu’nda, yani Real’in stadında oynanacak. Bu tabii bizim çocukların üzerinde biraz gerginlik yaratıyor. Problem değil, takım olarak büyük maçlara alışığız.

Maçın başlamasına dakikalar var. Salak Lafonten gelmeden önce arabasında bangır bangır marşlar dinlemiş bi de telefonuyla video çekmiş. Bizim evin otoparkına çekerken de arabayı videoya konuşmuş.

“Takım otobüsü Santiago Barnebau Stadyumu’na polis eskortu ve taraftarlardan oluşan kordon eşliğinde yanaşmak üzere, büyük bir coşku var.” falan demiş videoda.

“Ulan” dedim. “Hıyarzan! Sana eşlik edecek eskort belli. Konuşturma beni.”

Gelince de o videoyu bağlamış televizyona, maçtan önce takımların stada girişi diye bana onu izlettiriyo. Kalktım içeri gittim, bir bira daha almaya. Salona girerken, iyice manyaklaştı herif. Üzerime leblebi atmaya başladı.
“Barcelona da stada ulaştı, Yoğun bir taraftar baskısı altında” filan diyo. Pıt pıt leblebi atıyo kafama. Her taraf leblebi oldu. Tilt olurum aslında dağınıklığa filan, temizlenmesi, toplanması, düzeltilmesi gereken şeyler her zaman gerginlik yaratır bende. Büyük maçtan önce bunların beni germek için oyunlar olduğunun farkındayım. Sakinliğimi koruyorum. Polis kordonu eşliğinde salona giriyorum.

Playsation açılmış. Koltuk TV’ye yaklaştırılmış. Ses sistemi salonu tüm ihtişamıyla titretiyor. Aman Allah’ım. Barnebau. Ne zorlu bir stad, ne zorlu bir deplasman. Çok çetin olacğının farkındayım. O yerdeki leblebiler nasıl da sinirlerimi bozuyorlar. Sürekli gözüm onlara takılıyor. Toplasam onları, yakışır mı hiç maçtan önce, koca Barcelona teknik direktörüne, kaptanı Puyol’a... Olmaz, o leblebi orada kalacak. Hemen kendime bir Katalunya bayrağı edinmeliyim. Keşke bir tane olsaydı da omuzlarıma atıp öyle girseydim stada. O i.ne de gerilseydi.

Katalunya Bayrağı

Maça dakikalar kala: Soyunma Odaları

Takıma taktik dokunuşlarımı yapıyorum. Messi’yi kanattan kurtarıp biraz daha ortaya çekmekte fayda var. O kadroların ve taktik değişikliklerinin yapıldığı ekran var ya. İşte orası bizim soyunma odamız. Mahremimiz. Özel önlem alınacak oyuncular, çabuk taktikler... Her şey burada. Bu yüzden Lafonten içeri gitmeli. Daha sonra da ben çıkacağım. O yapacak. Her şeyimiz hazır. Maçtan önce bi konuşma hazırlamıştım. Çocuklara onu yapıyorum (Çocuklar derken, Xavi, Pique, Puyol, David Villa filan yani). Kapıdan da Lafonten'in gürültüsü geliyor.

Çocuklar diyorum,
“Stadın sesini duyabiliyor musunuz? Geriyor mu sizi? Bu gürültü benim umurumda bile değil. Çünkü o anın geleceğini biliyorum. Hepsinin bir anda susacağı anı. İşte ancak herkes sustuğu anda, o zaman kilometrelerce öteden, Nou Camp’tan buraya gelen çığlıkları duyacağız.” “OOOOOOOOO BİR Kİ ÜÇ BARÇAAA” diye bağırıyorum ki kapıdaki i.ne duysun. Çıkıyorum dışarı o girip yapıyor taktik düzenlemelerini.

Büyük Maç:

Rakibin oyun mantalitesine çok hakimim. İlk yarıları inanılmaz baskılı oynuyor. Kaptanım Puyol ve arkadaşları özellikle ilk yarım saatteki baskıyı kırmak zorunda. Yoksa o staddan çıkış çok zor. Bu baskıyı nispeten kabullenmekle beraber kendi topumuzu da oynamamız gerekiyor. Ayağa bol pas. Her zaman yaptığımız şey. Yıllardır adeta kafalarımızın içine adeta nakşettiğin bu futbol mantalitesi için teşekkürler Cruyff!

İlk tehlikeli akın, Real’den. Dani Alves (benim sağ bek) kaçırdı Ronaldo’yu (rakip hücum oyuncusu), bazen şuursuzca yerini bırakarak ileri çıkıyor Alves. Boş kalmasıyla beraber hemen kateden Ronaldo yerden penaltı noktasına doğru çıkardı, Kaleye vursa tehlike yok aslında en fazla korner olur. Ama çok çakal çok, ortaya çıkardı bile. Neredesin en has adamlarımdan Pique? Neredesin? Hadi Puyol kademeye girdi ama sen nerdesin. Bomboş şekilde Higuain buluştu penaltı noktasında. Kayamıyorum da, penaltı olacak. Direkten döndü top. Abidal’in (benim siyahi sol bek) önüne düştü. Zenci gücüyle vurup uzaklaştırdım. Çok tehlikeli bu Real. Bir yersem, bütün planlar alt üst olur.
Çok şükür.

İspanya Futbol Federasyonunun gözbebeği, maçın hakemi Manuel Mejuto González, ilk yarıyı noktalayan düdüğünü çalıyor. İstatistikler benim topa daha çok sahip olduğumu söylese de Real’in etkili akınlarının daha fazla olduğu bir gerçek.

Ancak unutulmamalı ki. İlk yarının sonlarına doğru çocuklar toparlanma sürecine girdi. Real düşüyor. Hele bi ikinci yarı olsun.



Devre arası:

Avuçlar terli, gidip elleri yıkamalı. Önce Real Madrid gidiyor tuvalete. Bense soyunma odasındayım. Çocuklara ikinci yarıyla ilgili görüşlerimi bildiriyorum. Herkes sakin, stadın atmosferi artık o kadar basmıyor. Yorulan var mı diye soruyorum? Yok, en kötüleri 65 70’inci dakikayı görür gibi duruyor. Değişiklik yok. Topu biraz daha rakip yarı alanda tutabilmeliyiz diyorum. Özellikle Xavi’ye. Fincanı taştan oyarlar çalan telefonu masanın üzerinde. Sinirlerimi bozuyor. Bi’ yenilirsem yandım.
Az sonra Real soyunma odasına girmek üzere salona giriyor. Ben de ellerimi yıkayıp soluklanmak için tuvalete. Salondan çıkarken Lafonten hırbosu arkamdan bağırarak leblebi atıyor. O, takımın taktikleriyle bana göre daha az oynar. Acaba değişiklik yapacak mı? Orta sahasında değişiklik yapmamasını umuyorum. Tam yorulmaya başladılar. O kadar presle oynarsan yorulur tabii. Sahaya geri dönüyorum. Yine leblebiler eşliğinde... Hakem Mejuto Gonzales’in ikinciyi yarıyı başlatan düdüğü için sahaya ilk adımlarımızı atıyoruz. Seyircide, maç başlarkenki coşku yok.

İkinci yarı:
Açıkçası Barcelona’ya yakışan oyunu sahaya bir türlü yansıtamıyorum. Oynanan oyun 1 puanın benim için başarı olacağını gösteriyor. Dakika yetmişleri buldu, maçtan kayda değer enstantaneler şunlar:
49’ rakip hücumcu Kaka’nın uzaktan şutunda kalecim Valdes’ten seken topu Dani Alves uzaklaştırdı.
52’ orta saha oyuncum Xavi’nin arapasına hareketlenen David Villa’dan önce rakip kaleci Casillias topa hakim oldu.
66’ Real Madrid taraftarının gözbebeği Cristiano Ronaldo sol çizgiden içeri katetti ve boşta arkadaşını göremeyince kaleyi düşündü. Barcelona kalecisi Valdes topu güçlükle kornere çeldi. 70’ Real Madrid’in sol kanadından bindiren Marcelo’nun ortasına Real’in fırsatçısı Higuain arka direkte kafayı vuruyor. Top Valdes’in ellerinde eriyor. Kaleye vurmak yerine ortaya çıkarsa Kaka bomboş.

Dakikalar 77’yi gösteriyor. Nadir gelişen Barcelona ataklarından. Pique’yle başlayan 14 paslık çevrim, sağ kanatta topu David Villa’yla buluşturuyor. Sağ çaprazdan ceza sahasına katediyor. Bir anda beklenmedik bir kademe hatasıyla kaleci Casillias’la karşı karşıya. Ellerim titriyor. Vurmalıyım. Ancak bir anda golü Messi’yle atma hırsım canlanıyor. Kasap Pepe (Real’in stoperi) yaklaşıyor. Kaç David, vurma. Biraz daha sıfıra in, sakın açma ayağından topu.
İşteeeee, göründü. Geldiii. Geldi. Küçük dev adam göründü. Messiiiii, koş arka direğe. Koş arka direğe, koş bücür. Koş be! Koş. O minik ama hızlı adımlarınla koş. Tüm klasımla, arka direğe kestim. Kaleci Casillias’ta tıpkı Pepe gibi ön direğe yaklaştı. Ne güzel. Arka taraf bomboş. Süzüle süzüle gidiyor meşin yuvarlak. Vallahi gidiyor Messi’ye. Vurduuuu. Messi vurduuu. Messi vurdu gol olduuu. GOOOOOOOOOOOOOL. Kariyerinin en kolay gollerinden biri. 1-0

Tribünlerde ölüm sessizliği. Kilometrelerce öteden, Nou Camp’tan sesler geliyor kulaklarıma. Sevinç gösterilerini izliyoruz. (Tuşa basıp hızlıca geçmek yasak, seyredilecek o sevinç). Oyunun hakkı bu değil. Ama öndeyiz. Haydi çocuklar. 15 dakka daha tutun donu. Oldu bu iş.
Maçın son anları:

Son 10 dakika, oyuncu değişiklikleri yapıyorum. İnanılmaz uyuz oluyor Lafonten oyunu kesiyorum diye. :)
Leblebi bile atıyor. Saha kapatma yolda. Doksanıncı dakikaya yaklaşılırken Gonzalez uzatmaları işaret ediyor. 4 dakika. O sırada Lafonten’in telefonu çalıyor.
Fincanı taştan oooo yarlar ooo yarlar.
Telefona bir bakıyor. “Messi arıyor...”

Devre arasında, telefonundaki adımı Messi yaptım. Kendi telefonumu da onu tek tuşla arayacak hale getirerek yanıma koymuştum. Allah’ım bu nasıl bir zevktir.

Enayi aldı telefonu. Fincanı taştan oyarlar çalıyo, Messi arıyor. Uzaktaki koltuğa fırlattı telefonu, tabii bana da okkalı bi küfür attach etti. Profesyonel futbol disiplin kurulundan bu küfürler için saha kapatma ya da tarafsız saha cezaları bekliyorum.

Maç bitiyor. Lafonten’in önündeki kaseden leblebi atıştırıyorum. Şimdilik onu hiç kızdırmıyorum. Çok sinirli. Hafta içi bellerim ben onu zaten. Akşam için yoğun mesaimiz olduğunu hatırlatıyorum Lafonten’e. Banyosuydu, ön çalışmasıydı, rezervasyonuydu çok işimiz var. Sabah akşam seni tokatlayamam Lafocuğum kusura bakma diyorum. Orta dereceli bir küfür ediyor bana. İki üç saat daha evde oyalanıp, uzuyoruz.

Bu haftasonki Real Madrid Barcelona maçında kimi tuttuğumu da post ile ifşa etmiş oluyorum. Bu haftasonu gerçek bir maç var. Yurdumun güzel hanımları, erkek arkadaşlarınıza dokunmayın, saçma sapan programlar çıkartıp boşuna gerginlik yaratmayın. O maç izlenir çünkü.
Sevgiler
T.I

12 Nisan 2011 Salı

Heidi Klum vakit tamam. Açılsın bloglar diyordun, işte açıldı sayfan!

Efendim, “bloguma dokunma, blogumdan elini çek, blogumu elletmem, blogumu birazcık elletirim ama vermem” derken bir site kapatmanın daha sonuna gelmiş bulunuyoruz. Tüm yetkililerimize, bana kalplerinden de temiz bu web sayfasında yer ayırdıkları için teşekkür ediyor, sevgilerimi sunuyorum. Sonuçta her şeyi onlara borçluyuz.

Yalandan kim ölmüş?

Şimdi size bu kadar uzun süre yazmamamın sebebi, blogların kapatılması diyeceğim. Siz de bana küfür edeceksiniz. Değil tabii ki. Fakat, ben de sizlerden anlayış bekliyorum. Sonuçta beni biliyorsunuz, yapı olarak “sıkılmadan bırakma” taraftarı bi’ insanım. Bakın, dönüp dolaşıp geliyorum yine. İlişkilerde pek öyle olmasa da bazı konularda da böyle bir huyum var işte, tilki ve kürkçü dükkanı. İlişkilerde ise sürekli açılımdan peşindeyim. Ben bu açılıma özetle fermuar açılımı diyorum. Siz anlayın.

Bazı bazı verdiğim bu uzun aralar benim açımdan blogu boşlamak değil aslında. Yazasım olmadığı zaman yazmıyorum. Bloga özendiğimden diyebilirim. Boşluklar iyidir. Hayatınıza da katmanızı öneririm. Neyse, anlatmaya devam ediyorum ben.

Sanırım bende biraz anormallik var. Bir insan, “Çok yorgunum, uyumak istiyorum, ama eğlenceyi kaçırmak da istemiyorum.” cümlesini ne sıklıkta kurar. Valla ben haftadaen az iki üç kez kuruyorum. Yetişemiyorum arkadaş, yetişemiyorum. Ama tüm bunların müsebbibi belli. Tabii ki ben değil. Kim mi? Kadınlar. Haftanın en az bi on gün olması lazım.

Bazı kadınlar vardır. Burunlarından kıl aldırmazlar. Pardon, baştan alıyorum. Pekçok kadın vardır ki, sağolsunlar burunlarından kıl aldırmazlar. Ancak bazı kadınlar vardır. Burunlarından kıl aldırmamakta haklıdırlar. Onlar the “chosen one”lardır. Chosen One ne demek diye merak edenler var ise, Redhouse sözlüğe göre tam Türkçe karşılığı 9,5/10 filan demek. 9,5/10 ne mi demek. O da burada yazılı.

Daha önce size Verkaç’ın ne olduğunu açıklamıştım. Benim çok sevdiğim bir tabir. Bu tabir olmasa pekçok şey boş kalırdı bu gibi işler için. Evveliyatını fazlaca anlatmayacağım, fakat yaptığım bir verkaç sonucu Heidi ile tanıştım. Başlıyoruz.
Kod adı Heidi. Baştan söyleyeyim, bu ismi ucundan kıyısından da olsa Heidi Klum’a benzediği için aldı. Niye bu açıklamayı yazma ihtiyacı duydum? Önce onu bir sorun. Çünkü Heidi, kritik isimdir. Heidi’yi algılayışlarına göre insanlar ikiye ayrılır.

1- Çocukluk nostaljilerinde kendini kaybedenler
2- Hala geleceğe dair umut besleyenler



Çocukluk nostaljilerinde kendini kaybedenler için Heidi, bir çizgi kahramandır. Peter’in gelecekteki partneridir. Ki, o dünya da beni hiiiç açmaz. Taaa çocukluğumda da hiç sıcak bakamadım şu Heidi’ye. Sevmek bir tarafa, çizgi kahraman Heidi’ye biraz kıl bile olurum. Özetle bende hiç pozitif duygular uyandırmaz. Bacakları tomruk gibidir. Genel olarak o komünü de sevmem. Yani Heidi, Peter, Heidi’nin dedesi, Heidi'nin keçisi meçisi filan. İnanın, yaşım ilerledikçe ve incisözlük sağolsun o Heidi’nin dedesine de itimadım kalmadı. O Heidi’nin dedesini yolda görsem, “Dikkat Dedeler” derim valla.


Bence, Heidi deyince, ruh sağlığı yerinde olan her insanın aklına Heidi Klum gelmelidir. Benim şahsen öyle... Heidi'yiGörünce insanın şöyle bi kan dolaşımı hızlanıyo’. Bünye hareketleniyor. "Heeeidi giiidelum heiidi! Heeeiidi giiidelum heidi heiidi giiiiidellum heidi!" Eğer ki aranızda bunu erkek jargonundaki "Heidi’ye gitmek” olarak algılayanınız varsa, ki vardır, çok ayıp. Cidden o manada söylemedim ben. Yani benimkisi yaşanan aşırı coşkuyla beraber bir şarkı patlatmak. Bi anda coşkuyla yazılmış satırlardı onlar. Çıkartmayı bile düşündüm, ayılık olarak algılar hanımlar diye, ama ben amacımı biliyorum, saf ve temiz. Hani Hababam Sınıfı'nda genç ve güzel yeni edebiyat öğretmeni sınıfa girer girmez gayrı ihtiyari bir alkış kopar ya. İste onun gibi. Bu, benim hayatta en beğendiğim sinema sahnelerinden biridir. Çok samimi bir coşku vardır orada, çok gerçek ve çok komiktir. Bir anda. O alkış gibi o satırlar. Yemin ederim. İlk 30 saniye sadece. Lütfen izleyin.




Yine lafı sapıttım, Heidi denince isteyen dağ tepe ve yaşlı dede düşünebilir. Boklu Peter’i de düşünebilirler. Ben Heidi Klum’u düşünürüm arkadaş.

Ne diyordum, verkaç. Bir verkaçın sonunda Heidi ile buluştum. Bu kadar laf kalabalığından sonra siz de takdir edersiniz ki, Heidi, bir hayli iddialı bir kod adı. Sonuçta gerçek Heidi Klum’dan farklılıkları yok mu? Tabii ki var. Artıları da eksileri de... Eksileri arasında o vücuda göre çok iddialı giyinmemesi, erkekleri biraz fazla iyi tanıyor olması (tabii kadına her yaklaşan erkek köpekbalığı gibi olunca bu refleksi geliştiyordur. ) akşamları çkmayı fazla sevmemesi filan var. Artıları arasında ise çocuğu olmaması gibi etmenler sayılabilir. Dediğim gibi bir verkaç sonucu tanıştım Heidi’yle. İlişki başlangıçlarında, ne kadar özgüvenin önemli olduğunu bilsem de, 9 üzeri kadınlarda biraz boka basmıyorum desem yalan. Verkaç’ın detaylarını şimdi size anlatamayacağım ancak arkadaşım Carlos çok iyi iş çıkarttı arkadaşım diyebilirim. Aynı ortamda bir araya geldiğimiz anda, ben zaten direkt yamuldum. Carlos’a dedim ki.
Olm bu ne lan, en az 9,2 çeker.

“Yok be olm” saçmalama
(Carlos’u daha önce de anlatmıştım, biraz ukala bir tiptir, çok konuşur filan)

“S.ktir lan, sanki günde bin tane böyle kadın görüyorsun. İnek”
Biz Carlos’la fiskoslaşırken, Heidi’nin telefonu çaldı ve masadan kalktı. Bu kendisini ilk ayakta görüşümdü. Kısmet işte, o görüş de arkadan oldu. Böyle bir endam olamaz. Baştan aşağı endam, sırf endamdan oluşuyor kadınresmen full endam. Kod adını Heidi koymasam, kesin Fulendam koyardım.
Fulendam mulendam diyorum ama, telefonu çalınca masadan uzaklaşması, hiç hayra alamet değil. Yine de büyülenmedim desem yalan.

İstemsiz bir şekilde,

“Yahu Carlos resmen yaradan yürü ya Klum” demiş dedim. Böyle dalgalı katlı saçlar mı dersiniz, catwalk mu moonwalk mu skywalk mu adını koyamadığım seksilikte bi’ yürüyüş mü dersiniz, böyle aslında uzun ama yürüdükçe salınıp, hafiften uçuşarak insanın içini gıcıklayan satensi (saten değil ama malzemeyi de bilemedim, hanımlar yadımcı olun.) elbise mi dersiniz bilmem. Ben hiçbir şey diyemedim. Carlos’un sevgilisi (Margarita ya da Limbo değil, ayrıldılar onlar),

“Heidi de bilmemnerenin İK’sında çalışıyor; çok kritik bir görüşmesi vardı” dedi. Kadınlar çok çakal. Bir tek alt metinde o kadar çok diyor ki...

“Heidi de bilmemnerenin İK’sında çalışıyor” cümlesini ben şu şekilde algılıyorum.

“T.I’cığım,
Her ne kadar cool durmaya çalışsan da, dibin düştü, anlamaz mıyım ben? Seni y.vşaaaak. Nası' da kıllandın di mi telefonu çalınca dilberin masadan kalmasına, nası da kıllandın? Neyse çok da eziyet etmeyeyim sana, o cümleyi duymak istiyorsun benden değil mi? Biraz daha acı çektireyim mi sana? Neyse tamam tamam. Sevgilisi yok, rahat ol. Biraz işine düşkün o kadar.”


Bu kadar cümleyi “Heidi de bilmemnerenin İK’sında çalışıyor” diyerek anlatmak: İşte bu bir sanat. Ben hiç beceremiyorum. Baksanıza yine sayfalarca yazdım, bi’ bok anlatamadım. Öte yandan ben başka bir şeye de takıldım tabii. İK’cı der demez tüm bu yukarıdaki mesajların yanı sıra bende ayrıca bir alarm daha çaldı, dııt dııt dııt dııt!

İnsan Kaynakları, benim kırmızı bültenimde yer alan mesleklerden. Merak edenler için, bu bültende yer alan mesleklerin tam listesini ilerleyen günlerde açıklayacağım. Demek bir İnsan Kaynakları kadını. Bu meslek grubuna dahil kadınlar, tabii ki işleri gereği pekçok kişiyle, kendileri için çok sıradan ancak karşısındaki insan için kritik görüşmeler yaparlar. Meslekleri, İK’cılara, karşılarındaki insanların heyecanını, özgüvenini, yeteneklerini, atmasyonculuklarını derhal tespit etme becerisi katar. Bunu ilişkiler konusunda kullanabilmek tabii ki ayrı bir meziyet,%100 eminim ki pek çoğu da kullanamıyordur, ama kullananları da çok tehlikelidir. Heidi’nin bu güzellikle kullanmaması pek mümkün değil. Yukarıdaki satırlarda şöyle bir cümle kullandım, “tabii kadına her yaklaşan erkek köpekbalığı gibi olunca bu refleksi geliştiyordur. ”. Ben kendimi asla bu kategoriye sokmam. Bir köpekbalığı değilim. Kadından pas almadığımda, ilgisini pek zorlayan bir yapım yoktur. Taktik olarak doğruluğu yanlışlığından ziyade, hoşlanmıyorum o durumdan. Yapmam.

Heidi’nin masaya dönüşü ve diğer gelişmeler için bir sonraki yazı, arayı uzatmayacğıma dair de söz.
 


TEHLİKELİ İLİŞKİLER © 2008. Design by: Pocket