15 Haziran 2010 Salı

Vuvuzehra!

Billie Jean geçen akşam bir arkadaşını eve davet etmiş. Ne güzel. Zehra diye bir kız. Bu davetin zaten benle hiç alakası yok. Ben oturucam, Alman Panzerleriyle Avusturalya Kangurularının maçını seyredeceğim. Onlar da karşılıklı girl talk yapacaklar. Kız hakkında bir ön brifing aldım tabii Billie Jean’den. Nasıl? Güzel mi? Sevgilisi var mı? Bizden kime olur? Bizimkilere bir kanal açar mı? Oluru var mı? Kafa olarak nasıl? Kasa olarak nasıl?

Üfle üfle, açılırsın.

Benim planım programım belli, biramı açarım, maçıma bakarım. Bu dünya kupası bana kilo aldıracak diye çok korkuyorum. Bu yüzden maçları izlemekten arda kalan zamanlarımın hatrı sayılır bir kısmını spor salonunda geçiriyorum. Tam da yaz öncesi, elimize almayalım göbeği.
Billie Jean ise durumu kabullenmiş durumda. Kadın olsam, ben de çok memnun olurdum bu durumdan. Herifin ne yaptığı çok belli çünkü :). Gündüz çalışıyor, işten çıkıp tekerlek çeviren hamsterlar gibi spor salonunda koşturuyor. Dönüp maç seyrediyor. Sevgiliyle geçirilecek kalan zaman ise az ve değerli olduğu için hiç çarçur edilmiyor. Hep güzel planlar, eğlenceli şeyler, gerekli hareketler. Dünya kupası hayatı güzelleştiriyor ve ilişkilere yarıyor anlayacağınız.

Neyse, size daha önce de yazdığım gibi, futbolu çok seviyorum. İzlerkense çok dikkatliyim. Az maç seyrederim. Güzel, büyük ve iddialı maçları sadece. Takımımı bütün sezon filan takip edecek takatim yok maalesef. Fakat dünya kupalarını hep ayırırım. Çok severim o şenliği. Ben yine bir maç öncesi hazırlıklarımı yaptım. Teşkilatımı kurdum. Lafonten’i çağırmıştım ama son dakikada geldiğim satışla Alman panzerlerini yalnız izlemek durumunda kaldım.

N’iye diye sorun: Çünkü Lüferkız’la bir programı çıkmış son dakikada kendisinin. Ne olduğunu, nasıl s.çık bir şey olduğunu da söyledi de yazmayayım şimdi onu. Ya ben bu herife bu şekilde davranmasının ilişkisini kaosa sürükleyeceğini bir türlü anlatamadım. Hep de aynı şeyi yapıyor. Yani düşününce bir ilişki seni bu hayatta yapmak istediğin şeylerden uzak tutmak için kurulmaz. Kurulursa ben ona ilişki demem. Onun adı başka: Çile. “Çile, sözlükteki tanıma göre; dervişlerin manevi yetkinliğe ulaşmak amacıyla, kendilerini bazı şeylerden, nefsi iştah açıcı hallerden yoksun bırakarak yaşamaya zorlandıkları bir olgudur.” [buradan aldım] O durum başka. Bizim Maldonado’nun sufizm’in s’siyle de dervişliğin d’siyle de alakası yok ki. O işler başka.


Konu kadın erkek münasebeti olunca... N’için hayatımda en çok sevdiğim şeylerden, hayatım daha güzel olsun diye başladığım bir ilişki için vazgeçeyim ki. Ya da tam tersi, niçin benim mutlu etmek istediğim birisi benim yüzümden çok sevdiği bir şeyi yapmaktan vazgeçsin. Hele ki o vazgeçtiği için ben beni ne kadar seviyor kisvesi altında bundan sevinç duyayım? Hasta mıyım ben? Ben böyle bir durumda yemin ediyorum kendimden çok utanırım. Mutlu etmem gereken birini saçma sapan kısıtladığım için. Tabii ki kadınlarda daha çok var bu s.kik anlayış. Bir çoğunun ilişki anlayışı bunun üzerine kurulu bile diyebilirim. Yani ilişkinin aşk ve sevgi dozajına, o aşkın, ona duyulan sevginin büyüklüğüne, yapılan tercihler üzerinden karar vermek. Ne kadar tercihlerini benden yana kullanırsa beni o kadar seviyor. “Benle zöttiri yapmak yerine maç izlemeyi tercih etti. Kendi bilir.” “Benle alışverişe çıkıp yarım saat yürüyünce ayaklarına kara sular inerken her gün spor salonunda nası koşuyo bu adam bir saat anlamıyorum.”. “Arkadaşlarınla çıkacağına benimle çıksaydın, ne demek istediğimi daha iyi anlardın. Beni eskisi sevmiyorsun. En başlarda böyle miydi?”

İşte bizim Lafonten gibi ilişkinin başında kız ne derse eyvallahlayan erkekler böyle bir anlayışın da ortaya çıkıp yerleşmesine sebep olmuşlar. Kadınlara saydırıyorum da, suçun en az yarısı erkek kısmında.

İlişki mutlu olmak için kurulur. Kadınların yaygın anlayışının aksine ilişki sürekli bir şeyler arasında tercih yapmak zorunda bırakılmak üzerine değil. En azından benim için öyle. Bir kadının bunlarla üstüme geldiğini hissedersem, hemen ayrılırım. Böyle bir denyoluk yaparsam o da benden ayrılsın. Öyle yapıyorsam, 1000 kere haketmişimdir terk edilmeyi. Şimdiye kadar çok alışveriş yapmakla eleştirdiğim sevgilim hiç olmadı. İstemiyorsam gitmem. Onun için mi üzücem onu?

Nerede kalmıştım? Hah Zehra. Zehra gelecek diye biraz rahatım kaçtı tabii. Tamam onlarla oturmayacağım ama, yine de eve bir hanımefendi geliyorsa, hele ki ilk kez tanışacağım birisi, öyle eşofman moduna girmem ben. [Bu işler böyle, kötü görünmemek lazım. Kız beni kafasına kötü kodlarsa kanal kapanabilir. Kendim için değil. Herkes için kötü. Benim de işim zor görüyorsunuz.] Neyse, Dingg Donng! Zehra geldi. Açtık kapıyı. Dırı dırı dırı dırı. T.İ Scan uygulamasının İlk 20 saniyelik sistem raporunu sizlerle paylaşıyorum.

Dıt dıt: Nişantaşı Kasa
Dırı dırı dıt: 6,9
Saç: Kestane dalgalı
Parfüm: Şekerli (sevmem, negatif)
Giyim Kuşam: Smart Casual

system off.

İlk gördüğümde hafif uzaktaydım. Anlamamışım. Yanına gittim merhabalaştık. Dondum kaldım. Aman Allah’ım. O nasıl bir ses. Kamera şakası gibi. Çok tiz. Size şöyle anlatayım. O kız konuşurken var ya, odaya hiç sivrisinek mivrisinek giremez, ya da bu kızla ıssız bir sokakta konuşarak yürüyorsanız filan, köpek möpek yanaşamaz yanınıza. Bizim kulakların algıladığı seviyede bunları yapabilen bir ses, o fukara hayvanatın işitsel sistemlerine ne gibi bi zarar verir ben hayal edemiyorum. “Sıkın lan üstüme raid’i shelltox’u. .mınıza koyim sizin!” diye bağırır sivrisinek. Böyle bir şey olamaz.

Daha önceki yazdıklarımdan da anlamışsınızdır. Ben kadında sese çok dikkat ediyorum. Kadınlar zaten güzel varlıklar, bi’ de şöyle şakıyor gibi oldu mu sesleri, billlur gibi, pek hoşuma gidiyor. Huzur veriyor bana. Tersi de çok geriyor. Tamam demiyorum ki, her akşam cümbüşünü sazlarını alıp bana “Beyoğlu’nda geeezersin” diye şarkı söylesin. Ama, ama... Anladınız ne demek istediğimi ya.

Nerdeeeee?

İlk bir şeyler içtik yarım saat kadar. Ben açtım Almanları, geçtim TV’nin karşısına. Onlar da arkada yemek masasının oradalar. 5-6 bilemedin 6-7 metre arkamdalar. Onlar da kafalarını 90 derece çevirseler televizyonu görürler. Ben tam karşıdan görüyorum TV’yi. TV’yle kızların ortasındayım diyebilirim. Hakemin başlama düdüğüyle beraber. Körük gibi ciğerleri olan Afrikalılar, yine vuvuzelalarını üflemeye başladılar. Allahım, o nası çirkin bir sestir. Kamera tribünleri gösteriyor. Anlıyorsun zaten o kadar sesin nasıl çıktığını. Adamların bir burun deliği var, benim burun deliğimin 4 katı. Bi çekiyo havayı, bi üflüyo zurnamsı vuvuzelasına, izle izleyebilirsen maçı. Nası bi milli çalgıymış arkadaş. Anlamadım ki. Bunu mu öğretiyolar bunlara ortaokulda lisede. Bizim milli çalgımız blok flüt. Milli eğitimin çemberinden geçmiş her Türk iyi kötü çalar. Bunlarda da Vuvuzela mı yani bizdeki blok flütün muadili. Şöyle mi gidiyor orda da işler? Congo Bongo, çal evladım. "Klimanjeeeero Aaafrika'nın, sen Yüce bir Dağısıııın". ZOOOORT ZORT ZORT ZOZOZOZORTT. "Hmmm, iyi açamadın burun deliklerini, 3. Haftaya daha iyi aç da gel. Burun deliklerinden çektiği hava sınıf pencerelerinden cereyan yapmayana 5 yok!"

Derken, Almanya erken golü de buldu, belli ki maç heyecansız geçecek. Yine de izleyeceğim. Ama en azından eziyet çekmeyeyim. Sesi kısık izleyeyim dedim. Kumandanın ses kısma tuşunu basılı tutarak hızlıca ses seviyesini düşürdüm. Düşürür düşürmez kulaklarım inanılmaz bir tırmalanma eşliğinde şu sesle doldu. Bu defa da Vuvuzehra!

Vuvuzehra: ıııııııııııııııııııııııııııııııııııııııııyk, ıyk. Iyk ıyk ıyk ıyk.
Billie Jean: Hahahaha, ilahi Vuvuzehra, amma da güldük ya.
Vuvuzehra: Hiiiiiiiiyk hiyk hiyk hiyk

Yeniden açtım TV’nin sesini. Siyahi kardeşlerimiz de sağolsunlar var güçleriyle üflüyorlar. Ben kulağını en az tırmalayan ses frekansını yakalamaya çalışıyorum. Televizyonu biraz kısıp yaklaşıyorum, ama kısınca Vuvuzehra ön plana çıkıyo. Sesini açıp uzaklaşıyorum. Vuvuzehra hepten vuvuzela’la karışıyor. Bi’ bira daha koydum. Almanlar ikiledi. Ben de salondan ikiledim.
Billie Jean çakalı kasten mi davet etti Vuvuzehra’yı anlamadım. Sıkıldı mı lan acaba bu kız dünya kupasından :). İçeri gidip Lafonten’i aradım. Kendisinin mübarek bir insan olduğunun altını çizdim.


- Tanrı seni buraya yollamadı yaolm. Sevgili kuluymuşsun.
dedim.
- Ne yollamadı olm? Lüferkız’la kapıdayız, aç kapıyı ikinci yarıyı beraber izleriz dedi. Lüferkız da Billie Jean’le takılır. Misafiri de varmış üçü otururlar.
- Kızların masasını üçlemek miiii?
Dedim
- Ne içtin lan sen yine hıyar?

Dedi ve zil desi tekrar duyuldu. Dinnnng, dong!

8 Haziran 2010 Salı

Dünya Kupası Geliyor! Hangi Kadın Hangi Takım?

Dünya Kupası yaklaşıyor. Çok mutluyum.. ben bir futbolseverim, ancak Dünya Kupası’nı bir başka seviyorum. Sevmekle izah edemiyorum. Bambaşka bir şey olduğunu düşünüyorum. Misal, futbolu çok sevmeme rağmen büyük maçlar dışında neredeyse hiç izlemiyorum diyebilirim (senede 7-8 maç, derbiler ve önemli avrupa kupası yarı finalleri finalleri filan). Dünya kupası ise öyle bir şey değil. İzleyebildiğim her bir anını izlemek istiyorum. Çok renkli. O, apayrı bir şölen. Beyler hazırlanın. Bu işin şakası yok.
Dünya Kupası GELİYOR!


Rüya Takımım

Hayal edin: Heyecanlı bir maç izliyorsunuz. Elinizde biranız, buz gibi. Hayal kurmaya devam.

Maç çok zevkli devam ediyor. Pozisyon gereği top taca çıkıyor ve oyun yavaşlıyor. O sırada yönetmen hemen kameraları tribünlere çevirecek ve bize bir anda memelerini Brezilya bayrağına boyamış bir 8/10’luk bir kadın gösterecek. Lan amma çirkin oluyo böyle olunca diye içimizden geçirecek, boyalı boyalı sevemedim şu konsepti diye içinizden geçiriyorsunuz, belki de o boyanın acımsı tadı geliyor ağzımıza. Sonra o kız stadın dev ekranında kendisinin gösterildiğini fark edip bir anda heyecanlanıyor, belli belli hemen mini bir dans şov yapacak. Samba yapa yapa bize tam arkasını dönerkeeeen oyun taç atışıyla tekrar başlayacak, tam istediğimiz hacim ekranı kaplamak üzereyken ekran değişecek, ama biz buna hiç üzülmeyeceğiz. Ne kadar enteresan değil mi? O taç atışı bizi hiç bozmayacak. Hemen zevkle maçı izlemeye devam edeceğiz. Bu yıl Dünya Kupası Güney Afrika’da! Düşünün, kara kıtanın en aşağısında çekilen bir şutun direklerde patlamasının sesi, evlerimizi dolduracak. Arkadaşınızla girdiğiniz yemek bahsinin akibetini belirleyecek.

Heyecanlandırmıyor mu sizi de? Lan şu maçları doğru düzgün spikerler anlatsa ya, ne güzel olacak. Beckam’a "Beykım" filan demeseler bu sefer de.

Böyle anlardan size onlarcasını yazabilirim. Dünya kupası bir erkek için öylesine güzelliklerle doludur. Değerinin anlaşılması gereklidir. 4 yılda bir basiretsiz şubat 29 çekti diye o yılın adı değişiyor da Artık Yıl oluyorsa , koca Dünya Kupasının düzenlendiği yıla sadece “Yıl” demek abesle iştigal etmektir. Mevzu dört senede bir gelmekse Dünya Kupası da 4 yılda bir gelmenin kralını yapar. Bence dünya kupasının olduğu yıllara “Gerçek Yıl” denmeli ve bu bilgi derhal milli eğitim müfredatına işlenmelidir. Yazılılarda filan sorsunlar çocuklara.

Soru: Artık Yıl nedir? Yazınız.
Cevap: Bir türlü 31 çekemeyen şubatın, şeyini doğrultup da anca 29 çekebildiği yıla Artık Yıl denir. 4 senede bir gelir.

Soru: Gerçek Yıl nedir? Yazınız, örnek veriniz.
Cevap: Dünyanın en eğlenceli ve güzel organizasyonu olan dünya kupasının düzenlendiği yıla Gerçek yıl denir. 4 senede bir gelir. Örnek: 2010.

Bu blogda en çok eleştirildiğim noktalardan biri kadınları kategorize etmem oldu (Göz kırpığı gooes toooo, Talisman). Düşününce, bunu yapmıyorum diyemeyeceğim. Çünkü kafam bu şekilde çalışıyor. Bu kategorizasyon yapma huyum, kimse hakkında peşin hükümlü olduğum anlamına gelmiyor. Bunu çok iyi biliyorum, çünkü hissettiklerimi en iyi kendim bilirim.

Bir de anlamıyorum ki. Sanki bunu herkes yapmıyor mu. Bence herkes yapıyor. Yani tanıştığı, ilişkide olduğu, önünden geçtiği, uzaktan gördüğü... Hepimiz bir takım kriterlerle kafamızda bir yere yerleştiriyoruz çevremizdekileri. Ben adını koydum diye suçlu muyum? Kaldı ki kötü niyet, önyargı, ya da insanlık dışı bir ayrım yok bende. İşte bi g.te göğüse ayırıyorum, bi saça başa, bi lafa söze, bi hale tavra, bi yediğine içtiğine, bi yaptığına yapmadığına, bi gittiğine gitmediğine... Tamam çok da normal olmayabilirim, ancak “ooo ben normal değilim” diye övünen salaklardan hiç değilim. Sonuçta kendime çok normal geliyorum. Bana herkes böyle yapıyor gibi geliyor.


Hayatıma girmiş, belki bende bi takım izler bırakmış her kadın için bunları düşünüyor muyum? Evet düşünüyorum. Ama pardon pardon, “belki bi’ takım izler bırakmış” deyince olmadı. Hayatıma giren her kadın bende tabii ki iz bırakmıştır. Aksini söylemek beraberce bir şeyler paylaştığım hanımefendilere saygısızlık olur. İnanın, hiç iz bırakmamış olanın bile en azından bi’ tırnak izi, dişi izi kesin olmuştur.

Ben, o yıl hele ki o yıl bir “Gerçek Yıl”sa kadınları, ülke takımlarına göre acayip kategorize ediyorum, çünkü havaya girmiş oluyorum ne yapayım. Bir kadını tanıdığımda hemen onu bir ülkenin milli takımıyla eşleştiriyorum. Hemcinsim okuyucular yorumlarıyla bu listeyi genişletirlerse çok sevinirim.

Örneğin, Kadro=Kasa öyle okuyunuz.

Güzel bir kadın, her tarafından asalet akıyor. Kibar, görgülü, usül erkan biliyor. Kalçasından, göğüslerine, yüzünden eline kadar gayet yeterli bir “kadro”ya sahip. Ancak son tahlilde bir türlü istediğiniz gibi olmuyor. Çok daha başarılı bir performans beklerken sizi sürekli hayal kırıklığına uğratıyor. Bu kadını özdeşleştirdiğim milli takım belli: İngiltere.

Yine güzel bir kadın, ateşli. Ateşli galiba yanlış bir kelime oldu, tutkulu demek daha doğru olur sanırım. Çok tutkulu. “Kadro” çok sağlam, ancak o kadrodan bir türlü randıman alamıyor. Kadro ayrıca yıldız çıkartmaya da çok müsait. Her bakışınızda bunu hissedebiliyorsunuz. Başarılı olduğu zaman dünyayı titretir. Başarısızlığı da bir o kadar hayal kırıklığı yaratır. İşte bu kadın Arjantin!

Kadro yetersiz. Kadroda bir iki çok sağlam yer var ama yetersiz işte. Misal boyu süper, endamı yerinde falan. Ama yeee ter siz! Tüm bu kadro yetersizliğine rağmen çok sempatik. Huyu güzel. Ne yaparsa yakışıyor. Onu İngiltere, Fransa gibi devlerle yanyana gelince tutasın geliyor. Hangi ülkeyle özdeşleştirdim? Tabii ki Kamerun.

Çok güzel, ancak burnundan kıl aldırmıyor. Kendi kuralları dışına hiç çıkmıyor. Ancak kadro derinliği yine de sizi hayran bırakabiliyor. O kadroya can kurban ama olmuyor işte bir türlü sempatik gelmiyor size. Bu kadın tabii ki Fransa!

Kendisi çok havalı olmamasına rağmen, o kadro onu ulaşılmaz kılıyor. Aman yarabbim o ne kadro! Ofansif ağırlıklı, adeta insanın üstüne üstüne geliyor. Nasıl da sempatik. Yine de beni aşar mı acaba. Çünkü bu kadro her şekil kafaya oynar. Hemen anladınız di mi? Brezilya

Yine iyi bir kadro. Ancak kilidi açmak çok zor. Ne yapsanız, olmuyor. Bu kadından puan çıkarmak çok zor. Altından girseniz üstünden çıksanız olmuyor. Her şutunuz defans barajından sekiyor. Bu kadınla daha fazla vakit kaybetmek istemiyorum. Allah sahibine bağışlasın. Uğraşacak erkeğe sabır versin. İtalya!

Efsane bir kadro. O nasıl bir vücut, o nasıl bir duruş, o nasıl bir tavır. Üstelik ateşli de diyebiliriz. Ancak bir erkeğin karşı cinste pek de sevmediği çok önemli bir özelliği var. Topa sahip olmayı çok seviyor. Top hep onda, bir türlü topu size vermiyor ki siz de maharetlerinizi gösteresiniz. Oysa ona göstermek istediğiniz ne çok şey var. Yapacak bir şey yok, onun yörüngesine girmek zorundasın. Bu yine de 1-0 kazanamazsın anlamına gelmiyor. Kazanabilirsin. Ancak kazansan bile maç bittiğinde göreceksin ki top %75 ondaymış. Bu kadını özdeşleştirdiğim ülke tabii ki İspanya.

Soğuk bir imajı vardır. Bu soğuk imajı hak ediyodur da. Ancak buna rağmen gittiği ortama kendine has bir hava katar. O ortamda hep o olsun istersin. Kadro fena değildir. Ancak daha çok takım oyunuyla işi götürür. Martin Dahlin desem, Brolin desem, Keneth desem! İsveç!

Zamanında estirmiş. Ancak o eski halinden eser yok şimdi. Eser yok şimdi demeyelim, kasa yerinde ama zaman işte. Kimse karşı koyamıyor. Eskiden çok canlar yakmış, esmiş gürlemiş. Çok erkekleri ağlatmış. Güzel mature. Şimdilerde adı kalmış yadigar. Macaristan.

Sürekli kadronun çok iyi olduğu söylenmesine rağmen, aslında öyle aşırı bir kadro zenginliği olmayan. Duygu yoğunluğu olayını biraz fazlaca abartan, bu abartma (ki buna gaz da deniyor) yüzünden ya çok iyi ya çok kötü olan, ortası olmayan kadınlar. Türkiye!

Maalesef Dünya Kupası’ndayokuz. Keşke olsaydık, ama olsun. Dünya Kupası Dünya Kupasıdır.

Hanımlar, futbolu kendinize rakip görmeyiniz. Futbol sizi öyle görüyor mu ki?

Ulan zevzek! Bir erkek olarak sen kendini hangi takımla eşleştiriyorsun derseniz. Hiç düşünmeden cevap veririm.

Yukarıdaki tanımlamalardan bağımsız olarak, ruhum ve bedenim Arjantin’dir, Arjantinledir.


Amerika'daki Dünya Kupası'ndan. Yorumsuz. Let's get loud!
Türkçesi: Haykırsam dünyaya. Güzel video.



3 Haziran 2010 Perşembe

Entarisi ala benziyor, şeftalisi bala benziyor.


Bu sözler bana ait olsa neler neler yazardınız. Keşke bana ait olsa. Ne güzel kafiye. İlk kez duydum bu türküyü. Pek güzelmiş. Önce bu süpersonik şarkıyı, sanat güneşimizden bir dinleyin. Ama kesin dinleyin. Valla çok güzel.

Entarisi ala benziyor Fizy linki. Tıklayın, dinleyin. Kesin dinleyin.

Dinlemiyorsanız reca ederim devamını okumayın bile. Yani aslında o kadar büyütülecek bir şey değil. Bi’ şarkı için... Okuyabilirsiniz tabii. Ancak dinleseniz daha güzel olur. Çok şahane şarkı. Zeki Müren söylüyor hem. Boru değil.

En başında da şöyle bir sunmuş ya, çok hoşuma gidiyor. Hep en başını dinleyesim geliyor. “Entarissi ala benziyor” diyor ya kendi kendine. 10 numara veriyorum o naifliğe. O kibar üsluba. Dikkat edin entarissi diyor. İtalyan bir futbolcu adı gibi diyor Entarissi diye çift S, Baressi, Camaronessi, Entarissi. gibi Yazımın bu satırlarında hem şarkıyı dinlediğinizi hem de bunları okuduğunuzu farzediyorum. O yüzden biraz zırva buralar.
Neyse,
Şimdi siz şarkıyı duyunca, hemen takıldınız di mi bala benzeyen şeftaliye. Var ya bana diyorsunuz da siz de az köftehor değilsiniz. Gerçi ben farklı mıyım? Değilim. Ben de şeftaliyle başladım sonra başka bir cümleye takıldım. Şarkının sözlerini yazayım.

Entarissi ala benziyor.

Entarisi ala benziyor
Şeftalisi bala benziyor
Benim yarim sana benziyor
Olamaz ne çare o nişanlıdır
Kaytan bıyıklı delikanlıdır

Şekerli misin vay vay
Kaymaklı mısın vay vay
Yoksa sen de benim gibi
Sevdalı mısın vay vay

Entarisi biçim biçim
Ölüyorum senin için
Eller bana düşman oldu
Ben seni sevdiğim için

Durun, şunun en başındaki Zeki Müren’in kendisi sunduğu yeri bi daha dinleyeceğim. İnanın alamıyorum kendimi. “Entarissi ala benziyor.”. Sar başa. Bir daha. “Entarissi ala benziyor.”
Hah ben şarkıda Şeftali’den sonra nereye takıldığımı yazacaktım. Bold yaptım.

“Eller bana düşman oldu
Ben seni sevdiğim için...”

Daha önceki bir yazımda da yazmıştım. Link verirdim şimdi ama aramaya üşendim. Beraber olduğumuz insanların çevremizle olan iletişimi, en az bizimle olan kadar önemlidir. Çünkü aşk,cinsellik, tutku vs. Göz karartıcı şeyler. Çekiverir adamın fişini. Ancak arkadaşınla anlaşan, senle de anlaşır. Hani şey gibi geyikler vardır ya. “Aşkı anlatın”. Bu sorunun cevapları şöyle olur genellikle.
Ne kadar saçmalarsan o kadar aşık payesi kazanırsın ya. Onlardan. Sıçık sıçık şeyler. Bakın ben uydurayım hemen şimdi. Beş dakkada beş bin tane sıçılır onlardan. Osur osur ipe diz, nedir ki? İşte geliyorum. Hepsi orijinal.

“Aşk hiçbir tabibin reçeteye yazamayacağı tek ilaçtır.” , “Aşk ucunu hiç görmediğin bir tünele gözün kapalı girmektir.” Bu çok saçma oldu lan. Olsun. “Aşk onun gözlerinde kendi çocukluğunun baharlarını görmektir.”, “Aşk insanaen küçük fısıltılarınhaykırış, dev haykırışlarınsa fısıltı gibi gelmesidir.”, “Aşk ayrı tuvaletlere oturup, aynı deliğe sıçmaktır.” gibi gibi şeyler.

Neyse, aşk çok felaket bir hormonal durum, ben çok severim şahsen, ölürüm ölürüm. keşke hep kalsa insanın üzerinde. Bende hep kalıyor, hiç gitmiyor diyenler var ya, onları şu yukarıdaki cümlelere davet ediyorum. Haykırışların fısıltı gelmesine filan. Öte yandan çok çok gerçekçi bir tanım yap da derseniz “Aşk, dünyanın en büyük hata örtücüsüdür.” derim. Örtünün kalkışıyla beraber de o hatalar bir anda meydana çıkar.


Kod adı Redhead’di. Çok güzel bir kadındı. Öyle böyle bi güzellikten bahsetmiyorum. Harbiden çok güzeldi. Şöyle kısaca bir özetle derseniz “kor gibi dudaklar ve kızıl saçlar. Okşasam doyamam taa fecre kadar” derim. Kızıl saçlı kadınların, o dikkat çekici kafalarla yönelebilecekleri iki yön var. Birincisi Şirin Kız olmak, İkincisi Seksi Kız olmak. Eğer ki, kasa bunlara uygun değilse doğru kuaföre, olmuyor çünkü, Braveheart’ta Mel Gibson’ın yanında kızıl kafda bi iskoç vardı ya, çok afedersiniz onun gibi oluyo. Bu saç benim gözümde böyle. Ya şirin kız ya, seksi kız. İkisi de çok iyi oturuyor üstlerine. Şirin kız olmak, kızıl saçlı bir kız için çok kolay ve garantili bir yol. Hem o tarz o kasaya çok yakışıyor, hem de çok alıcısı var. İkincisi ise daha zorlu bir yol. Tutturma olasılığı daha düşük. Ancak tutarsa da çok güzel oluyor. Redhead bunu başarabilmişti. Karakteriyle ve keskin hatlarıyla imajı ona çok yakışıyordu. Böyle hafiften sanki içinde siyah olan kızıllar vardır ya, onlardan. Dümmdüz. Kafasını öne eğince ya da o zarif boynunun açısını değiştirince saçı yüzünün bir kısmını kapatan kadınlardan. Öyle kabarık ve hacimli saçlar değil, genelde sıfır kabarıklık. Nereden baksanız dört sene oldu. O zamanki ruh halimi filan da tam hatırlamıyorum. Boktandı hatırladığım kadarıyla. Kadın erkek ilişkisinde erkeğin kendine güveninin ne kadar önemli olduğunu bilen birisiyim. Ancak çok güzel kadın bazen güven kırabiliyor. O zaman da tabi daha bi tecrübesizim. Redhead de efsane güzel. Aşırı da dominant bir karakterdi. Yakışıyordu ama o dominantlık ama o kasaya, hala da öyle düşünürüm. Tahammül eder misin derseniz, düşmanımın başına vermesin derim. Ancak dominant kadınlar da bazen iyi olabiliyor. Özellikle hayatının dağıldığın evrelerinde. Sonradan dönüp baktığımda “fazla uzatılmamak kaydıyla” hayırlı olabileceğini düşünüyorum. Benim için biraz öyle bir dönemdi. Biraz fazlaca dağılmıştım. Redhead’in dümensuyuna girdim. Çevremden koparmıştı beni, kopardı da öyle onun çevresine girdim. Hayır. Böyle süper arkadaşlıkları olan bir tip değildi. Dört beş ay baya bi’ izole olmuştuk çevremizden. O da ben de.

Benim kanat sonradan patlak verdi tabii. Sıkıldım. Karıncalandım, hem de fena karıncalandım. Benim hayatımdan sosyalliğim gittiğinde çok mutsuz oluyorum ben. Benim aymamın ardından, biraz da arkadaşlarımın gazıyla, gazıyla demeyeyim de, özlemiyle çok kötü bir şekilde ayrıldım Redhead’den. Arkadaşlarımın çoğuyla arada soğukluk vardı. Nasıl oldu ben de anlamamıştım, ama olmuştu işte. Enterisi ala, şeftalisi bala benzeyen olunca bazen oluyor işte. Şeftali derken çirkin seks esprisi yapmıyorum. Şeftali, bu cümlede kadının size sunduğu güzellikler meyveler falan vs. anlamlarında. Metafoooooore. Sonuçta, erkekler eski arkadaşlarıyla olan problemleri, kadınlara göre çok daha kolay çözerler. Neyse, Redhead, Benden çok büyük nefret eden ex’lerimdendir. İyi birisi değilim, bunu biliyorum.


Karaduman gecikir, belki hiç gelmez.

Şimdi diyeceksiniz ki, ya sen hıyar mısın, akılsız mısın, kukla mısın nesin? Bir kız seni nasıl çevrenden kopartabilir ki. Herhalde sana alenen şunla görüşme bunla görüşme gel bana filan demeye cüret edemiyodur. Tabii ki öyle değil. Ancak bazı ilişkilerde Lost’taki kara duman gibi bir şey var, ne adı belli ne cinsi cibiliyeti, o giriyor devreye. Soyutlayıveriyor insanı normal hayatından. Barutu bir an evvel dökmek lazım Yoksa burnunun ucuna kadar gelir kara duman. Dikkat edin.

Şu bir gerçek ki, Redhead kendi arkadaşlarımla çıkmamdan çok hoşlanmıyordu. Ben de onun sözünü dinledim ve sonuç olarak onun bir arkadaşıyla çıktım. İlişki de o yüzden öyle boktan bitti.

 


TEHLİKELİ İLİŞKİLER © 2008. Design by: Pocket